Birinin seni çok sevmesi değiştirmiyor hislerini her zaman. Yani
illa bir sevgili değil anne baba kardeş hatta bir candost bile olabilir. Eş dost
bilmez içindeki efkârı, kendini sarmalayan iplerin ruhunda çıkıp tüm bedenini
çepeçevre sarıp ruhuna geri demir attığını. Gencecik insan bunu nasıl yapar
kendine olur, hepimiz azıcık eserikliyiz
ya dışarıdan bakınca o yüzden heralde kendi kendimize yaptığımıza inanılır; mağduru
suçlama psikolojisi dedi bir sosyolog bugün. Düşersin ‘düz yolda yürüyemiyor’
derler, kaza yaparsın ‘zaten çok
dikkatsiz kullanır o’ derler diye örnekledi. Ne severmişiz düşeni düştüğü yerde
görmekten zevk alıp, vurma isteği duymayı. Ama muhtemelen vurulmaz düşene,
sağda solda gören olur diye. Bazen onun çekincesini de yaşamayanlar olur hayatta,
kitapsız vururlar. Yani birinin seni sevmesi değiştirmiyor hislerini, onlarca
sevenin olsa, bir sevmeyenin kafasından geçenleri yüzünden okuyabiliyorsan işte
o zaman gömülüyorsun derinlerinde bir çukura.
Herkesin sevmesi mi gerekir seni
aslında, yoksa senin kendini sevmediğini mi hatırlatıyordur her biri ve bu
yüzden koşarak uzaklaşmak geliyor içinden bilmiyorum. Bir hastalık olur, bir
gaflet anı, canının sıkkın olduğu bir dönem veya sebepsiz bedenin değişmiştir,
çok veya az kilo almışsındır yani kısaca sevmediğin yeni bir bedenin vardır
nedeni nasılı önemsiz. Sen çıkmak istersin o halden, kostüm gibi durur
üzerinde, sana ait değilmiş gibi, sanki hemen biri gelip “Bu ne hal, senin
değil ki, ver bakalım bana.” diyecekmiş gibi. kimse gelmez. Aynada baktığın
kişiye yabancılaşırsın, yabancılaştıkça kendinden uzaklaşırsın. Başkalarının derdini
dinler, sıkılsan da yanlarında durur, aman laf etmesinler diye onaylamadığın
şeylere baş sallarsın.
Canını acıtır sözleri ama sen her şeye zaten alınır
olmuşsundur onlara göre, gerçekten alındığında dikkate alınmaz güya, yani
savunmasızsındır, kalkanların düşmüş hedef olmuş böyle incecik bir dalın
arkasında saklanmaya çalışan tombik bir asker gibi durursun savaş alanında. Gözlerinde
ateş fışkıranlara dönüp “Hayırdır dayı sorun mu var?” diyemezsin sadece
kibarlıktan falan değil baya yani kimsenin dikkatini çekmemek için, senden
başka kimse anlamaz hatta sende anlamazsın “nasıl yapamam ben, nasıl başaramam”
diye garipsersin.
Senden başka kimsenin anlamaması öyle bir noktada kendini
belli eder ki işte o nokta kırılma anı olur, ya batarsın dibe ya çıkarsın hırs
ve öfkeyle; yine bir yabancılaşma anı
yaşarsın sabahın köründe,(başka birinin bedeninde uyandığını hayal etsin bu
duyguyu hiç tatmamışlar) ilk defa tasma takılmış bir kedi gibi kendi kuyruğunun
çevresinde endişe ile dönerken buna anlam veremeyen en yakınındakinin canını
yakmak istersin “Bak bu kadar acıyor benim canım” diye söyle söyler incitirsin,
ama bilirsin ki hiçbir söz yaşadığın kırgınlığı telafi etmez daha çok hırs
kuşanır daha acımasızlaşırsın, acımasızlığın söker derini en çok kanatır. Kimi
üzsen en çok ağlayan sen olursun gün sonunda.
Kalbin hani böyle sıkışır gibi olur ya içinden çıkamazsın
tüm bunların, o sıkışmıyordur aslında, bir kafesin parmaklıklarını hırpalıyordur;
sesini duyman için, tutsaklığın bitmesi için. Özgür asi bir kuşsun aslında
demişti Ali Poyrazoğlu bir kanadı kırık topallayarak hayatta kalmaya çalışan,
çünkü cesaretimizi söküp almışlar ruhumuzdan. Kaçırırsın gözlerini, hakkında
konuştuklarını bilirsin, birinin söylemesine gerek olmaz ama birisi gelir
söyler yine, duyarsın yani her türlü, (kendinden kaçanların en büyük
yeteneğidir birinin ne konuştuğunu hissettiğini gözlerinden okumak,
kendininkini okuyamıyor ya ihtisası başkaları üzerine) süslü laflar söylense de
altında yatan acıma duygusu değil senin düşmenin kutlamasıdır. Böyledir insanoğlu,
başarının kıstası bir başkası ile arasında ki mesafenin dikey düşeydeki uzunluğudur
kendince, bazılarımız farklı yaratılmışızdır elbette, düşeyler ve yatayların
her kesişimde kendi yüzümüzle karşılaşırız, tek derdimiz kendimiz tek rakibimiz
bir önce bir sonra ama yine kendimizdir. Yalnız kalmaktan korkarsın en çok,
süreç değişmez; ilk zamanlar yalnızlık
kolaydır, başkalarını suçlarsın kendince suçluluk oran denklemleri kurarsın “Oh
söyledim kurtuldum hıh!” diye rahatladığını düşünürsün ama 4. Gün sıkıntı! İşte
o 4. gün kendini suçlama zamanı gelir, hazır zaten sevmiyorsun kendini,
acımasızsın zaten, yaşadığın hissettiğin her şeyin bedeli ona kalır garibim.
Sonrasını biliyorsun.
Nasıl çıkar insan
kendi boşluğundan, nasıl unutarak devam eder yarına, nasıl sevebilir bir
yabancıyı kendi ruhunda, nasıl onu anlamayan tüm sevdiklerini özgür bırakabilir
acısından…
Affetmek…
Yeme onu yeme işte, dostun değil o senin, acını
dindirmeyecek, rahatlamayacaksın o tabaktan sonra, içinde aç olan miden değil
asi kuş, açlık öyle bir şey değil!! Cesaret!! Dışarıya çık, evinde oturma,
nefes yok evde, nefes almak için dışarı çık, ağaç olsun orada, deniz veya su..
Toprak olsun orada. Dışarı çık. Soğuk değildir yalnız bir ev kadar hiçbir orman,
yürü, bir ağacın dış kabuklarına dokun yaralarının geçeceğini hatırla, kafanı
kaldır gökyüzüne bak sevildiğini bil, tak kulağına bir müzik, erkenden uyan
git, güneş senin için doğsun. Bir dal yaprak, renkli çiçekler, dalga köpükleri,
martılar, kuşların şıkırtısı.. Ruhunun bir parçası doğada saklı, seni bir tek o
iyileştirebilir, Ana eki almasının bir sebebi var elbette, sarar yaralarını….
Biliyorum bunların hiç biri mucizeye benzemiyor böyle
uzaktan bakınca, ne değiştirebilir ki diye düşünüyor insan düşününce. Unutmaya,
konuşanları düşünenleri susturmaya, bedenini değiştirmeye, canını acıttığın tüm
sevdiklerine yaşattığın dakikaları geri almaya veya kendine olan küslüğünden vazgeçirmeye
gücü yetmez sanıyorsun.
YAŞAMAYA CESARET EDEMEDİĞİ İÇİN MUCİZELERLE KARŞILAŞAMIYOR
YARALILAR..
Sen ey kadın
Sen topraksın, toprak anadansın
129 metre yüksekte bir plazanın içerisinde sadece yaralı
kuşsun kanatları kırılmış
Toprağa dey, senin orası, senden, mucizelerin gerçekleştiği
yer.